Sıkışmışlık

SIKIŞMIŞLIK

Son dönemde üzerine çok düşündüğüm bir konudan bahsetmek istiyorum. Çünkü 21. yüzyılda herkesin aşırı uçlara çekilmek istendiği bir çağda, kendi inançları ve değerleri ile kendi hâlinde yaşayan insanların, bu aşırı uçlar arasında sıkışmışlığını gözlemliyorum. Başka bir perspektiften bakmak, belki de başka bir şekilde düşünmeye neden olabilir. Çoğu zaman anlamak için değil, saldırmak için bekleyen insanlarla bir arada yaşıyor gibi hissediyorum. Eskiden olsa daha çok savunmaya geçer, bir sürü açıklama yapardım. Artık anladım ki kişiselleştirmemek gerek. Çünkü düşündükçe, olayın sadece bireysel düzlemde değil, kolektif bir aydınlanma ile çözüleceği kanaatindeyim. Ne kadar çok farkındalık geliştirebilirsek, o kadar çok anlamak için çaba gösterebiliriz. Gözlemlediklerimi ve düşüncelerimi paylaşmak istememin sebebi, bu konuda kendimi o iki arada sıkışmış insanlardan biri olarak görmemden kaynaklanıyor. Çünkü bazen gerçekten dâhil olmadığınız bir kötülüğün içinde, “genellemelerle” insanların acımasızca sizi etiketlemeye tetikte olduğu zamanlardan geçiyoruz.

Ülkemizde de tanık olduğumuz karmaşık tablo, modern dünyanın en temel çelişkilerinden birini gözler önüne seriyor: Bir yanda kendi inançlarını baskı ve zulüm aracı olarak kullanan aşırı dinciler, diğer yanda ise inançsızlıklarını bir üstünlük sembolü olarak gören ve dinî değerleri küçümseyen materyalist kesimler. Bunu sadece kendi ülkem bağlamında düşünmüyorum ama içinde bulunduğum toplumun da bu durumu yüksek oranda gözlemlemeye fırsat yarattığı fikrini taşıyorum. En azından bu konuda yalnız olmadığımın farkındayım. Bu iki uç arasında sıkışıp kalan, ne aşırılığa ne de küçümsemeye yanaşan, kendi maneviyatını ve düşüncelerini özgürce yaşamak isteyen insanlar ise büyük bir yalnızlık ve yabancılaşma hissediyor.

Bugün, inancını sadece kalbinde taşıyan ve doğru bir şekilde iman etmeye çalışan Müslümanların (veya diğer dinlere bağlı bireylerin), hem dışarıdan hem de içeriden gelen çifte bir kuşatma altında olduğunu görüyoruz. Aşırı dincilerin yaptıkları zulümler ve baskılar, tüm inançlı kesime mal edilmeye çalışılıyor. Medyada ve sosyal platformlarda sıkça karşımıza çıkan bu olumsuz örnekler, inançlı bireylerin de “zulmün bir parçası” olarak yaftalanmasına neden olabiliyor. Bu durum, inancının gerekliliklerini yerine getirmeye çalışan masum insanları derin bir hayal kırıklığına ve izolasyona sürüklüyor.

Diğer yanda ise, materyalist ve seküler düşünceyi benimseyen bireylerin eleştiri adı altında sergiledikleri küçümseyici tutumlar var. Bu kesim, dinî değerleri “ilkel,” “bilim dışı” veya “geri kalmış” olarak yaftalayarak, inançlı insanları entelektüel olarak aşağılamaktan çekinmiyor. Bu yaklaşım, inançla ilgili her şeyi bir “akılsızlık” belirtisi olarak görme yanılgısına düşerek, aslında kendi despotizmini yaratıyor. “Benim fikrim doğru, sizinkiler ise değersiz” dayatması, diyalog kapılarını kapatıyor ve sağlıklı bir düşünce alışverişini imkânsız kılıyor.

Bu iki uç arasında kalan ve her iki tarafın da baskısını hisseden bireylerin durumu gerçekten zor. Onlar, ne dine inanmadığı için aşağılanan ne de kendi inançlarını baskı aracı olarak kullanan bir ideolojiye ait olmak istemiyorlar. Özgün ve eleştirel düşünen bu insanlar, her iki tarafın da “ya bizdensin ya da onlardan” mantığına direniyorlar. Bu direnç, onları toplumun her iki kesimi tarafından da şüpheyle karşılanan ve yalnızlaştırılan bir konuma itebiliyor.

Bu insanlar için asıl mesele, inançlı olup olmamak değil, temel insanlık değerleri olan hoş görü, anlayış ve anlama çabasıdır. Onlar, insanların inançlarının farklı olabileceğini, bu farklılıkların saygıyla karşılanması gerektiğini savunurlar. Baskıcı dindarlığın zulmüne karşı çıkarken, aynı zamanda inançsızlığı bir kibir kalkanı olarak kullananları da eleştirirler. Bu, kolay bir yol değildir; çünkü her iki tarafta da derin bir öfke ve önyargı bulunur.

Sonuç olarak, inançsızlık, bir bireyin kendi yaşam tercihi ve düşüncesidir. Ancak bu tercih, başkalarının inançlarını, değerlerini ve kimliklerini alay konusu yapma hakkını doğurmaz. Gerçek hoş görü, hem inançlı hem de inançsız bireylerin birbirlerinin varlığını saygıyla kabul etmesiyle mümkündür.

Tıpkı baskıcı rejimlerin kendi ideolojilerini dayatmasına karşı durduğumuz gibi, inançsızlığın da bir “despotizm” aracı hâline gelmesine karşı durmalıyız. “Benim gibi düşüneceksiniz” dayatması, hangi ideolojiden gelirse gelsin, temel insan haklarına ve düşünce özgürlüğüne aykırıdır. Bir kişinin inançsızlık fikrini benimsemesi tamamen meşrudur ancak bu fikir, başkalarının inancını aşağılama hakkını vermez. Hoşgörü, başkasının varlığına ve farklılığına tahammül etmek değil, ona saygı duymakla başlar. Aynı şey, “benim gibi inancınızı yaşayacaksınız” diyen despotizm için de geçerlidir. Kişisel hak ve özgürlüklerin bir başkasının yaşam hakkına, varlığına, insan olma anlamına saygı duyması inançtan veya inançsızlıktan bağımsızdır. İnsanız, varız ve neye inanır ya da inanmazsak, yaşam hakkına sahip bireyleriz. Varlığımızın anlamını belki de o zıtlıkların arasında inşa ediyoruz ve farkında olalım veya olmayalım bu sıkışmışlıktan kurtulmanın yegane yollarını ortak bir düzlemde buluşarak bulmak, herkesi özgür kılacaktır.
Türkan Beyaz

Bu yazıyı okudunuz mu?

Günümüzde İnsanlık

​Günümüzde İnsanlık ​Günümüzde her ne yana baksak insanlığımızı unutmuşçasına zulüm fışkırırken çok şükür ki iyi …