Kırık Zaman Defteri
(Son Sayfası Yazılmamış Bir Öykü)
Kara Kalem: Mehmet Mücahit Yurteri
Mehmet Mücahit Yurteri
Bakırköy’ün arka sokaklarında zaman, sanki biraz daha yavaş akardı… Beton duvarlara sinmiş çamaşır deterjanı kokusu, sabah ezanıyla karışan martı çığlıkları, kaldırım kenarlarında unutulmuş çocuk çorapları ve yorgun bir güne uyanan insanlar… Burası Çınarlı Sokak’tı… Herkesin birbirini tanıdığı bir sokak… Çınarlı…
Gülistan Abla, pazarda en iyi domatesi o bulurdu, eli marullara gömülüyken bile içten bir tebessüm bırakırdı ardında… Terzi Oğuz, genç ama hayatı görmüş bir delikanlıydı; dikiş makinesinin ritmiyle konuşurdu adeta… Fabrikada çalışan Asuman, sabahları işe giderken hep aynı yokuştan inerdi; kulaklarında müzik, gözlerinde geleceğin hayali… Kahvehane sahibi Bitirim Remzi, altmışını devirmişti ama hâlâ şakayla karışık laf sokmaların ustasıydı… Manav Hayri, “Yeniden doğsam yine domates satarım…” derdi; gönlü boldu, bazen parayı almazdı… Bakkal Necmi, eski radyosundan haberleri dinler, müşteriye “Bak bu senin şekerin…” diye tebessümle fazladan verirken yakalanırdı… Berber Cengiz, tıraş ederken konuşmazdı ama gözleri hep anlatırdı bir şeyleri…
Ve…
Bir de Mahallenin “yarım akıllısı” vardı: Sakine… Otuzlu yaşlarında, ince yapılı, gözleri sürekli bir şeyleri arar gibiydi… Kimi zaman çocuklarla misket oynar, kimi zaman cami duvarına yaslanıp gökyüzüyle konuşurdu… Ama herkes bilirdi ki Sakine’nin “aklı başka yerden çalışırdı…” kalpten… Herkesi ismiyle, geçmişiyle ve kalbindeki gizli acısıyla tanırdı… Onun lafı, çoğu zaman gülünüp geçilecek cinstendi… Ama bazı sözleri, gece yastığa kafanı koyunca yeniden çınlardı insanın içinde…
O sabah, sokağın başındaki çöp konteynerinin başında bulmuştu o kitabı… Ciltsiz, kapağı yıpranmış, adı yok… Sadece ilk sayfada kurşun kalemle yazılmış bir not vardı:
“Her şey zamanı geldiğinde olur… Ama bilmek bazen değiştirir…”
Sakine, kitabı evine götürdü… Tavan arasındaki küçük odasına… Sayfalar sararmıştı ama yazılar netti… Ve sonra… Gözlerine inanamadı… Kitapta isimler vardı…
Gülistan Aytaç -16 Nisan, saat 14:07, Oğuz İpek – 22 Nisan, saat 03:36, Asuman Taş – 4 Mayıs, saat 06:42… Daha bir sürü isim ve tarih… Sakine, son sayfaya gelmişti merakla… Tarih yoktu… Sadece:
“Bildiğin an, yolun değişecek…” notu yazılıydı…
Sakine kitabı kapattı… Ellerini dizlerine koydu… İçini bir şey kemirmeye başladı…
“Desem… Kim inanır ki?” dedi, kaygılı bir ruh haliyle…
“Demesem… Ya gerçekten ölürlerse?” diye içlendi… Gözleri yağmurun ardından parlar gibi oldu…
“Ben yalan bilmem… Ama bu doğruysa, ne yapacağım şimdi?..” dedi çaresizliklle…
Dışarıda çocuklar ip atlıyordu… Gülistan Abla’nın pazara çıkmak üzere olduğunu gördü pencereden… Ve onun isminin yanındaki tarihe baktı:
Bugün… Saat 14:07… Saat: 12:24’tü… Sakine montunu kaptı… Kitabı ceketinin içine soktu…Ve sokağa çıktı… Yokuş aşağı koşarken, zihninde tek bir soru yankılanıyordu:
“Birini kurtarmak için ne kadar delirmiş olman gerekir?..”
Sakine sokağa çıktığında rüzgâr sertti… Gökyüzü, gri bir mendil gibi buruşturulmuştu sanki… Saat: 12:39… Kitap, göğsünde çarpan bir kalp gibi titriyordu… Gülistan Abla’nın pazara çıkmadan önce eve uğrayıp poşetleri alacağını biliyordu… Zaten her çarşamba aynıydı bu ritüel…
Sakine, apartmanın önüne vardığında Gülistan kapıdan çıkmak üzereydi…
“Gülistan abla!..” diye seslendi… Kadın durdu…
“Ha, Sakine?.. Hayrola kızım, yine neyin peşindesin sen?..” Sakine bir an durdu… Sonra hızla konuşmaya başladı:
“Bugün pazara gitme abla… Bak… Saat iki, yedi geçe sen… Yani… Başına kötü bir şey gelecek… Valla doğru söylüyorum… Ne olur gitme!..” Gülistan kahkahayla güldü önce…
“Ooo, falcılık da başladı demek ha?.. Bak kızım, zaten geç kaldım… Bir de senin hayallerinle uğraşamam… Hadi Allah’a emanet!..” Kadın yürümeye başladı… Sakine yoluna atladı…
“Bak!.. Bak!.. Bu kitapta yazıyor, senin ismin var… Tarihle yazılmış!.. Bugün, saat verilmiş, dakika!.. Bir şey olacak sana!.. Sen… Sen öleceksin!..” Gülistan’ın yüzü değişti… Bakışlarında kısa bir anlığına bir tereddüt… Ama ardından öfke geldi:
“Ne diyorsun sen?.. Beni mi korkutacaksın ha?.. Sakine, kafanı üşütmüşsün gene… Bırak beni!..” kolunu çekip uzaklaştı… Poşetleriyle yokuştan aşağı yürümeye başladı… Sakine kaldı olduğu yerde… Elinde kitap, yüreği ağzında… Mahallede birkaç kişi ona bakıyordu… Kahveci Remzi yanına sokuldu:
“Kızım, gene ne yaptın kadına?..”
“Abi… Remzi abi… O ölecek diyorum sana!.. Kitapta yazıyor… Saat bile var!..” Remzi başını iki yana salladı…
“Git evine kızım… İyi insanlar ölmez öyle… Sen fazla kitap okumuşsun galiba…”
Saat: 14:06… Sakine, manavın karşısındaki elektrik direğine yaslanmış, nefesini tutmuştu… Gözü aşağıdaki kavşağa dikilmişti… Gülistan poşetleriyle karşıya geçiyordu… Tam o an… Kavşakta fren sesi… Bağırış… Cam kırıkları… Bir minibüs, fren tutmamış… Gülistan savrulmuştu… Poşetler, domatesler, limonlar… Hepsi asfalta dağılmıştı… Ve… saat: 14:07… Sakine’nin dizlerinin bağı çözüldü… Kitap yere düştü…
Remzi ve diğerleri koştu… Ambulans çağrıldı… Bir hayat daha, dakikası şaşmadan yerinden koparılmıştı… Kimse Sakine’ye bir şey demedi… Ama artık hepsi bir şekilde ona bakıyordu… Kimi korkuyla, kimi merakla, kimi suçlayarak… O ise yalnızca mırıldandı:
“Birini kurtaramadım… Şimdi sırada Oğuz var… 22 Nisan… 03:36… Daha vaktim var…”
Gülistan Abla’nın ardından mahallede bir şeyler değişmişti… Sokaklar daha sessiz, bakışlar daha uzun, kahkahalar ise sanki biraz zoraki çıkıyordu ağızlardan… Sakine artık sadece “meczup” değildi… Bazıları için uğursuzdu, bazıları için görünmeyen bir lanetin taşıyıcısı… Ve onun için… her şey artık daha ağırdı… Kitap hâlâ elindeydi… Ciltsiz, kapaksız, isimsiz… Ama içindeki ölüm tarihleri sayfa sayfa günceldi… Ve sıradaki: Terzi Oğuz – 22 Nisan, saat 03:36…
Oğuz’a söylemek kolay olmadı… Gençti, inatçıydı… Başta inanmadı ama Sakine kitabı gösterdiğinde durakladı…. Biraz düşündü… Sonra:
“Ne yapmam lazım?..” dedi… Sakine gözlerine baktı…
“Uyanık kalman lazım… O saatte yalnız kalma… Hatta mümkünse dışarıda ol, belki değiştiririz.” Oğuz kabul etti…
21 Nisan gecesi, ikisi birlikte Remzi’nin kahvesine oturdular… Saat ilerledikçe Oğuz’un yüzü soldu… Saat 03:00’ü gösterdiğinde kahvede sadece ikisi kalmıştı… Saat 03:10… Oğuz, pencereye yaklaştı…
“Belki gerçekten işe yarayacak ha?.. Belki…” dedi… Sakine cevap vermedi… Gözleri saatteydi… 03:34… Sokaktan geçen kedinin sesi bile duyuluyordu… Saat 03:36… Bir patlama sesiyle camlar titredi… Oğuz geri savruldu… Kafasını kahve masasının kenarına çarpmıştı… Bir kan pıhtısı yayıldı parke zemine… Kahvenin karşısındaki terk edilmiş binada, eski bir doğalgaz hattı infilak etmişti… Polis raporu: “Talihsiz bir tesadüf…” diye yazılmıştı… Sakine başını duvara yasladı… Gözleri yavaşça kapandı… Kitabı açtı… Oğuz İpek, 22 Nisan, 03:36.. Sebep: Kaza… Değiştirilemez… Altında küçük bir not daha vardı:
“Bazı şeyler yalnızca bilinsin diyedir, engellensin diye değil.”
Ertesi gün mahalleye sessizlik çöktü… Gülistan’dan sonra Oğuz… Sakine konuşmuyordu artık… Sadece kitapla yaşıyordu… Saatler, dakikalar, sayfalar… Bir tür takvim tutar gibi… Bir tür kefaret öder gibi… Sonraki ölüm tarihini değiştirmeyi bile denemedi… Manav Hayri’nin ölüm günü geldiğinde sadece karşı kaldırımda oturup bekledi…
Ve saat 13:00’te, Hayri yere yığıldığında, Sakine sadece kitabın kenarına kurşun kalemle bir cümle yazdı:
“Artık savaşmıyorum… Ama hâlâ anlıyorum…”
Zamanın bir sesi vardır… Duvar saatinin tıkırtısı gibi değil… Daha sessiz, daha derin… Sakine artık bu sesi duyabiliyordu… Kitaptaki her ölüm, zamanın bir telini koparıyordu sanki… Manav Hayri, sonra Bakkal Necmi, sonra Berber Cengiz… Hepsi, günü ve dakikası geldiğinde gitmişti… Sakine hiçbirine karışmadı artık… Çünkü anlamıştı…
”Kader sadece yazılmakla kalmıyor, tamamlanıyordu…”
Mahallede kimse onunla konuşmaz olmuştu… Kapılar yüzüne daha hızlı kapanıyor, çocuklar bile göz göze gelmemeye çalışıyordu… Bitirim Remzi bile, bir sabah kahvesini içerken:
“Seninle aynı kaderde olmak istemem” deyiverdi… Korku, insanları insandan uzaklaştırırdı… Ama bir gece… Kitabın sayfaları arasında eski bir not dikkatini çekmişti Sakine’nin… Bir sararmış sayfanın köşesinde… Kurşun kalemle şu cümle yazılmıştı:
“Son sayfaya ulaşan, ilk sebebi de öğrenir.”
İlk sebep?.. Sakine, bunu düşündü saatlerce… Kitap sadece ölümleri göstermiyor muydu?.. Bir sebep mi vardı?.. Yani… Bütün bunların başladığı bir nokta mı?..
O gece, rüyasında bir tren istasyonu gördü… Bir bavul… İçinde kitap… Ve bir adam… Sırtı dönük… Sakine’ye döndüğünde onun yüzü yoktu… Sadece şu cümleyi söyledi:
“Senin sayfan yazılmadı… Çünkü sen kalem olmayı seçtin…”
Uykudan uyandığında nefes nefeseydi… Kitabı açtı… Sayfalar bitmek üzereydi… Sıradaki ölüm: Bitirim Remzi – 9 Mayıs – 23:55… Bugün 9 Mayıs’tı… Sakine ilk kez bir ölümün gelmesini istemiyordu… Remzi, herkese laf sokardı ama asla kötü bir niyetle yapmazdı… Onun kahvesinde mahalle kendini güvende hissederdi… Ama… Ne yapabilirdi ki?..
Saat 23:47… Sakine kahvenin önündeydi… Işıklar yanıyordu, içeride Remzi yalnızdı… Televizyon açıktı… Radyoda Zeki Müren sesi yayılıyordu… Sakine, kapının önünde bekledi… Adımlarını içeri atmadı… Ve saat geldi: 23:55… Bir ses olmadı… Ne bir çığlık ne de bir patlama… Remzi birden sandalyesinde başını arkaya attı… Sanki uykuya dalmış gibi görünüyordu… Ama bir daha hiç uyanmayacak gibi… Remzi’nin elindeki çay bardağı yere düşerek parçalanmıştı… Zeki Müren’in sesi susmuştu… Sakine gözlerini yumdu… Bir damla gözyaşı yanağından süzüldü… Ve o an kitap kendi kendine bir sayfa çevirdi… Son sayfa… Başlık, Sakine Kırıkçı… Sebep, tanık… Zaman, bilinmiyor… Altında bir not:
“İzlemek, yazmaktan daha ağırdır.”
Bakırköy’ün arka sokaklarına artık ölümün kokusu sinmişti… Bir zamanlar gülüşlerin yükseldiği mahallede, şimdi sadece tıkırtılar vardı… Rüzgârla devrilen saksılar, sabahları erkenden açılan kepenkler… Ve… Sakine’nin sessiz adımları… Kitap, her gün biraz daha ağırlaşıyordu ellerinde… Sanki sayfaları değil, ölümleri taşıyordu… Ve şimdi son sayfa açıktı…
Sakine Kırıkçı – Sebep: Tanık… Zaman: Bilinmiyor… Altında:
“İzlemek, yazmaktan daha ağırdır.” kelimeleri tek tek Sakine’nin yüzüne çarpıyordu…
Ama o gece, kitap birdenbire kendini kapattı… Ve kapağında ilk kez bir yazı belirdi… Daha önce hiç olmayan bir şey:
“Kalem olmaya razı mısın?..” Sakine, ne demek olduğunu anladı… Bu kitap, ölümleri yazan değil… Seçen, sürdüren, tanık olan bir görevliydi… Ve her bir kurban, bir önceki tanığın bıraktığı boşluğu dolduruyordu… Sakine, kitabın içinde kaybolmuş isimlere baktı… Gülistan… Oğuz… Remzi… Hepsi, birileri kitabı taşıdığı için ölmüştü… Ve şimdi, o kitabı taşıma ya da bırakma sırası Sakine’ye gelmişti… Eğer “kalem” olursa, yeni ölümler yazılacaktı… Eğer sayfayı kapatırsa, kitap susacak, ama kendisi de son nefesini verecekti…
O gece, kitapla birlikte deniz kıyısına indi… Bakırköy sahili rüzgârlıydı… Yıldızlar örtünmüş, gece kalın bir battaniyeye dönüşmüştü… Sakine kitabı dizlerine koydu…
“Ben… Hepsini gördüm…” dedi.
“Hiçbirini unutmuyorum… Ama artık yeter…”
Kitap kendi kendine açıldı… Bir sayfa, boş… Başlık bekliyordu… Sakine, cebinden kurşun kalemini çıkardı… Titreyen parmaklarla bir cümle yazdı:
“Hiç kimsenin ölümünü yazmayacağım…” ve kitabı kapattı… Denize doğru yürüdü… Kitabı suya atmadı… Onu bir bankın üstüne bıraktı… Belki biri daha dokunur diye… Ama belki hiç kimse dokunmaz…
Sabah olduğunda Sakine yoktu… Ne evdeydi, ne sahilde, ne kitapla birlikte…
Sadece bankın üstünde, kapalı kitabın kapağında bir cümle vardı:
“Bazı sessizlikler, çığlıktan daha derindir…”
Ayvalık, Temmuz 20025