Susturulmuş Hikâye
Mehmet Mücahit Yurteri
Bakırköy geceye sokulmuştu yine… Caddelerin kenarındaki sarı lambalar, titrek tanıklar gibi zamanı usulca belgeliyordu… Rüzgâr apartmanların arasında uğuldayarak dolaşıyor, bir pencereden perdeyi, ötekinden sırrı aralıyordu…
Mehmet Resul… Adı duyulunca hiçbir zihin kıpırdamazdı… Zaten bunu isterdi; unutulmayı, silinmeyi… Otuzlarında, sessizliğe adanmış bir adamdı… Gözlerinde geçmişin eski bir film gibi geriye sarılmış kareleri akardı… Zamanın dışına savrulmuş bir saat gibiydi o; tik takları hâlâ duyulurdu, ama kimsenin saatine denk düşmezdi… Bir suçun gölgesi, yıllardır sırtında geziniyordu… Cezasını çekmemişti belki ama her sabah, cehennemi içinde taşıyarak uyanıyordu… Onu terk eden bir baba, erken ölen bir anne…
Soğuk Bakırköy sabahlarında çalınan simitlerle başlayan hayatta kalma mücadelesi zamanla evrilmiş, başka bir biçim almıştı… İlk kez, yirmi altısında girmişti dosyalara… Küçük bir kuyumcu soygunuydu söz konusu olan… Ama delil yoktu… Sessizliğin ardına sığınıp görünmez olmuştu… Ne ceza almıştı ne beraat…
Sadece arşivlerde kalan, silik bir isimdi artık… Polis sezgisi ise onun gölgesini hâlâ arıyordu; çünkü suç bazen iz bırakmaz, ama sezilir…
O günden sonra izini ustaca kaybettirmişti… Semtler değiştirmiş, sahte kimliklerle soluk hayatlar yaşamıştı… Her işte çalışmış ama hiçbirine tutunamamıştı…
Zamanla sadece yaşamamış, planlamıştı da… Sessizce, titizlikle…
Ve bir gün, Adnan Uyar’ı fark etti… Bu yalnızca bir fırsat değildi onun için; içten içe kabaran bir adalet arzusu, belki de bir tür hesaplaşma…
“Zenginler saklar, yoksullar yakalanır,” diyordu kendine…
Söz değil, yargıydı bu onun için… Günlerce izledi Adnan’ı… Kumaşındaki zenginliği taşıyan takım elbisesi, her gün parlayan ayakkabıları… Dairenin konumu, saat kaçta ışıklar yanıyor, kaçta sönüyor, hangi pencere ne zaman açılıyor… Her ayrıntı defterine düşüyordu; çünkü Mehmet Resul’un gizli bir yeteneği vardı; sessizliğin içinde tınlayan hareketi, düzenin içinde gizlenen açıklığı yakalamak…
Sonra kadını araştırdı… Sıklıkla Adnan’ın yanında görülen genç ve sarışın kadını… Adı Ece’ydi… Sekreteriydi Adnan’ın… Ama yalnızca bu değildi… Ece hakkında her şeyi öğrendi; boşanmıştı, ailesiyle ilişkisi kopuktu, lükse düşkündü, hırslıydı… Adnan’ın yalanlarına, ayrılacağım sözlerine inanan ama içten içe gerçeği bilen bir kadındı…
Mehmet Resul planını kurmuştu artık… Adnan Uyar’ın üst katındaki boş daireyi kiraladı… Yaşlı ev sahibi Saime Hanım, pek soru sormadan, kolayca anahtarı teslim etmişti… Ama o dairede yaşamıyordu Mehmet Resul… Perdeler hiç açılmıyor, geceleri ışık yanmıyordu… Çünkü onun asıl evi, bir kat aşağıdaki yaşamın içindeydi artık…
O akşam Bakırköy’ün Yeni Mahallesi’nde, dış cephesi zamana teslim olmuş bir apartmanın üçüncü katındaydı Mehmet Resul… Alt katında oturan adamı haftalardır izliyordu; Adnan Uyar… Güçlü, gösterişli, ama içinde çürümüş bir direk gibi eğik duran bir adam… Ve sıkça farklı saatlerde eve girip çıkan kadın Ece…
Apartmana ilk girdiği gün merdiven kovasının yanındaki paslı havalandırma ızgarasını fark etmişti Mehmet Resul… Eski apartmanlarda olurdu bu; duvarların içi birer geçit gibiydi, unutulmuş, terk edilmiş, ama işlevini yitirmemiş geçitler… Geceleri el feneriyle boşluğa girip çıkmıştı… Gürültü yapmamak, iz bırakmamak onun için artık bir içgüdüydü…
Ve o gece geldi çattı… Gökyüzü bulutluydu, ay saklanmıştı… İdeal bir geceydi… Eldivenlerini geçirdi, çantasını sırtına aldı… Üçüncü kattaki mutfaktan havalandırma boşluğuna süzüldü… Yavaşça, sessizce… Alt kattaki mutfağın penceresi açıktı… Bekledi… Işıklar sönünce içeri süzüldü… Ev, uykuya dalmış bir ceset kadar sessizdi… Salonun köşesinde değerli görünen kutular… Bilezik, saat, cüzdan… Bir yüzük… Ama sonra bir fısıltı duydu…
“Beni bırakma…”
Kadının sesi… Mehmet kıpırdamadı… Salonun karanlığına çekildi… Oda kapısı kapandı, sesler silindi… Bu defa kaçırmamalıydı… Her adımı ezberlenmişti… Dönerken yine havalandırmadan çıkmak istedi… Ama çantasının köşesi çıkıntıya takıldı… Bir anlık sarsıntıyla dengesini kaybetti… Ayağı kaydı… Bedeni dar duvarların içinde savruldu… Ve bir kat aşağıya, örümcek ağlarıyla örtülü beton boşluğa düştü… Ayak bileği fena burkulmuştu… Dizinden kan akıyordu… Kıpırdamak imkânsızdı… Sabahı beklemekten başka çaresi yoktu… Saatler geçti… Karanlık, çocukluğunun en sessiz odası gibiydi… Betonun soğuğu, yalnızlığın derinliğiyle birleşti… Gözlerini tavana dikti… Dışarıdaki ilk kuş sesini bekledi…
Sabah olunca, apartmandan gelen bir ihbarla polis geldi… Sesin kaynağını havalandırmadan tespit ettiler… Mehmet çıkarılırken sessizdi… Çantası doluydu… Ama yüzünde ne telaş vardı, ne pişmanlık… Sanki bu sonu önceden görmüş gibiydi… Bir oyuncu gibi değil, sahneyi terk etmeye hazır biri gibi…
Karakolda her şey ortaya çıktı… Adnan sorgulandı…
“Evde başka biri var mıydı?” dediler.
Adnan gözlerini kaçırdı… Sadece başını iki yana salladı…
Ece sabaha karşı evden sessizce ayrılmıştı… Adnan, konuşsa her şey dökülecekti…
Karısı, itibarı, hayatı…
“Şikâyetçi değilim,” dedi Adnan…
“Belki bir yanlışlık oldu… Belki de çanta düşmüştür…”
Polis şüpheliydi ama Adnan’ın kararı kesindi… Dosya kapandı…
Soruşturmayı yürüten Komiser Eşref Eren Edremit defterine sadece şu cümleyi yazdı:
“Bazı sessizlikler, susmak değil; susturulmuşlardır.”
Mehmet hastaneye yatırıldı… Polis gözetiminde tutuldu ama suçlamalar düşürüldü… Serbest kaldıktan sonra bir daha kimse görmedi onu… Ne Bakırköy’de, ne başka bir yerde…
Adnan, birkaç ay sonra evini sattı… Ece’yle yollarını ayırdı… Nilüfer, Adnan’ın karısı, bir gece sessizce valizini topladı ve gitti…
Ve o hikâye, yalnızca apartmanın çatlamış duvarlarında kaldı… Bir de o dar, karanlık havalandırma boşluğunda…
Şimdi o boşluk, rüzgârı içine aldığında hâlâ fısıldar:
Ezilmiş bir ayakkabı izinin hayaleti, karanlıkta boğulan bir çığlık, ya da duvarların unutmaya çalıştığı bir sırrın fısıltısı…
Bakırköy, Mayıs 2025