Son Durağa Kadar
Mehmet Mücahit Yurteri
Harun, metro durağına giderken, bir an durakladı ve cebinden taba renkli, deri kaplı defterini çıkararak şu notu yazdı:
“Bazen bir hayat, trenin gürültüsüne karışır…. Duyulmaz… Fark edilmez… Ama ölür…”
Sonrasında, defterini itina ile cebine koyarak yürümesine devam etmişti… Bakırköy Metro İstasyonundaki saat 11:42’yi gösteriyordu… Harun’un ayak sesleri beton zeminle kavga eder gibiydi… Metroya inen o spiral merdivenlerin soğukluğu, onun içindeki başka bir boşlukla buluştuğunda, şehir birden susuyordu… Turnikeden geçerken, cebindeki eski tarihli ulaşım kartını okuttu… Üzerindeki isim başka birine aitti… Kim olduğu önemli değildi… Bu şehirde kimse kimseden bir yüz beklemiyordu zaten…
Peron bozuk bir saat gibi tıklıyordu… Harun’un gözleri, rayların arasında bir zamanlar gördüğü bir hayaleti arıyordu… Orada duruyor muydu hâlâ?..
“Yılmaz…” diye fısıldadı içinden…
Bir an, sağ omzunda bir ağırlık hissetti… Sanki biri dokunmuştu… Döndü… Kimse yoktu…Yalnızdı… Her zamanki gibi…
Harun, sekiz yıl öncesi yetimhane günlerini hatırlamıştı bir an için… İçinde ter kokusu, unutulmuş dualar ve gece ağlamaları bulunan o dar odada, Yılmaz ona bir taş uzatmıştı…
“Bu taşı cebinde taşı Harun… Sertliğini unutma…”
“Ne için?..”
“İnsanlar seni hep yumuşatmaya çalışacak… İzin verme… Taş ol…”
Harun o günden sonra duygularını değil, taşı taşıdı…. Gülümsemeyi değil, gölgeleri izlemeyi öğrendi…
Harun, sarı çizgiyi geçmemeye dikkat ederek beklemeye başladı… Tren geldi… Kapılar açıldı… İnsanlar indi, bindi… Harun, en arkadaki vagona yürüdü… Herkesten uzak, kameralardan seçilemeyen kuytu bir köşe buldu kendine… Yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı… Biri onu görse belki “utangaç” sanırdı… Ama o an zihninde sadece ölü bedenlerin sessizliği yankılanıyordu… Zihninin bir köşesinde Yılmaz hâlâ yatıyordu… Başında kan, gözleri açık…
“Ben seni öldürmedim…”
“Sadece… Bıraktım.”
Harun içinden konuşuyordu kendiyle…
“İnsanlar diyor ki kader…” ben diyorum ki:
“Yazılmışsa, kalem bendedir…”
“Ellerimde bir harita var… Hatlar… Durağın adı, saatin aralığı, insanın yorgunluğu…”
“Ben Tanrı değilim… Ama her seferinde biri durmazsa… Ben karar veririm…”
Rayların içinden gelen o uğultu sesi bir uğultudan fazlasıydı Harun için… O ses bir kalp gibi atıyordu… Her durakta yavaşlıyor, sonra yeniden hızlanıyordu… Raylar bir yılan gibi kıvrılıyor, şehir o yılanın içinde kıvranıyordu…Ve Harun… O yılanın zehrini taşıyan bir bakıştı artık…
Harun, yine defterini çıkarmış ve yazmaya başlamıştı..
“Bazı insanlar düşerken bağırmaz… Onlar hep içinden düşer…”
Yenibosna Metro Durağı… Saat 15.16’yı gösteriyordu… Adamın sırt çantası sarkmış, omurgası gibi eğilmişti… Saçları yağlıydı, montunun kolu söküktü… Sol ayağını sürüyordu, ya yaşlılıktan ya yaşamdan yorulduğu için… Harun onu ilk orada gördü… Yenibosna’nın camlı banklarında çürümeye bırakılmış bir çiçek gibi oturuyordu… Harun’un gözleri onun üzerinde dakikalarca sabit kaldı… İçinden bir ses sızdı:
“Bu adam… çoktan terk edilmiş…”
“Dünyada bir eksiklik varsa, onun yüzünden… Var olmaması gereken biri… Kalabalıkta fazlalık…”
Düşünceler Harun’nun zihninden hızla geçiyordu… Vagon gelince adam içeri süzüldü… Harun onu uzaktan izledi… Bir hayaleti kovalayan çocuk gibi dikkatli ve sessizdi…
Adam, arka vagonda camın kenarına oturdu… Camdaki yansımasında kendini görmedi… Harun gördü… Yılmaz’ın yüzü gibi… Çekilmiş, ifadesiz, geçmişe yapışmış…
“Beni bırakma Harun.”
Bir an kulaklarında yankılandı Yılmaz’ın sesi… Harun adamın karşısına oturdu… Elinde bir kitap vardı… Sadece kapağına bakıyordu… Sayfa çevirmiyordu… Kitabın kapağında ‘Boşluk’ yazıyordu… Zihninde, beynin arka odasında, soğuk bir gülümseme yayıldı Harun’nun yüzünde…
“İnsanlar gözyaşlarını eve saklıyor… Sokakta maskeyle dolaşıyorlar… Ama bu adam… Maskeyi unutmuş… O kadar unutulmuş ki, kendi varlığını da unutmuş.”
“Ben ona son bir anlam vereceğim… Onu görünür yapacağım…Gazeteye bir satır olacak belki ama… Sonunda ‘vardı’ denilecek…” diye içsel konuşmasını devam ettirmişti Harun…
Metro Altınşehir durağına geldiğinde vagon neredeyse boştu… Sadece üç kişi kalmıştı… İki durak sonra, Harun ayağa kalktı… Elindeki çantayı sırtına attı, adamın yanına yaklaştı… Kimse bakmıyordu… Kamera yoktu… Adam kalkmak üzereyken, Harun ona elini uzattı…
“Düşürdünüz sanırım,” dedi…
Adam kafasını eğdi… Tam o an, Harun vagonun hızından faydalanarak adamı hafifçe itti… Ayağı kaydı… Metal kenara çarptı başı… Bir ses…Sert, boğuk bir “tak” Adam düşmedi… Sönümlendi… Yere uzandı… Gözleri açık, ama boştu… Harun birkaç saniye içinde eğildi, nabzına baktı… Ölmüştü… Kapılar açıldı… O çıktı… Hiçbir şey olmamış gibi yürüdü… Ve tekrar o meşhur defterine not düştü:
“İlk düştü… Ama düşmeye çok önceden başlamıştı… Ben sadece son basamağı çekip aldım… İnsanları öldürmüyorum… Onları geri çağırıyorum.”
Emniyette polis raporunda şunlar yazılıydı:
Kurban: Tamer A., 58 yaşında, emekli belediye işçisi…
Olay: Metroda geçirdiği kalp krizi sonucu düşerek başını çarpmış…
Kapanış: Otopsi kararı alınmadı…
Komiser Haşim dosyayı okudu… Göz ucuyla bir detay dikkatini çekti… Adamın ellerinde, boğulmuş bir çırpınış izi yoktu… Önemsemedi… Henüz hiçbir şey fark edilmemişti… Ama bir şey başlamıştı…
Harun notlarına devam ediyordu…
“Bir insanın hayatı, göz kapaklarının arasına sıkışabilir… Ben orada bekliyorum…”
Yenikapı-Kirazlı Metro Hattı… Saat 18:37’yi gösteriyordu… İkinci kurbanı sabırlı bir seçimdi… Harun, üniversite kütüphanelerinde saatlerce vakit geçiren, kirli pantolonuna fular takacak kadar “sıkışmış” adamlardan hoşlanıyordu… Yarı aydın, yarı ezik… Bilgisi var ama cesareti yok… Sürekli başını eğen, sessizce yutkunan tipler…
O akşam, üniversite kampüsünden çıkan bir adamı takip etti… Gözlüğünün sol camı çatlamıştı, gömleği pantolonuna sıkışmış ama beli çökmüştü… Adım atarken her adımı kendinden özür diler gibi çekinikti… Av tamamlandı…
Harun, yine içinden konuşmaya başlamıştı…
“Bu adam yıllardır kimseye hayır diyememiştir… Hayatı boyunca kenara çekilmiştir… Onu ezmişlerdir… Ama en kötüsü ne biliyor musun?..Kimse fark etmemiştir… Bu sessizlik cezasız kalmamalı…”
Harun adamı dört durak boyunca izledi… Yüzünü ezberledi… Göz kapaklarının titrediği anları, yutkunmalarını… Zihninde bir deftere işler gibi…
Metro Vagonu… Gece… Vagon boşalmıştı… Adam camdan dışarı bakıyor, gece karanlığının camda oluşturduğu aynada kendisini izliyordu… Harun ise karşısında oturmuş, o aynadaki siluetin içine sızmaya çalışıyordu…
”Siz… Şey… Bir şey mi sordunuz?..” adamın sesi kırık bir kâğıt gibiydi… Harun başını eğdi… Gülümsemedi… Gözlerini kaçırmadı… Bir durak kala yerinden kalktı… Yanına yaklaştı… Adam, Harun’un gölgesinden ürktü… Bir anlık bakışma… Yargı anı… Vagon sarsıldı… Harun hafifçe yana eğildi… Dirseği adamın dizine çarptı… Adam refleksle kalktı… Kalkarken omuz omuza çarpıştılar… Ve Harun’un dengesini kaybetmiş gibi yaptığı bir an… Bir itiş… Bir düşüş… Baş çarpması… Bu defa daha temizdi… Daha kontrollü… Daha estetik…
Harun’un zihninden geçenler korkunçtu…
“Bir kelebeği öldürmekle bir adamı öldürmek arasında fark yok… Kelebek ölürken sessizdir… Adam da öyleydi…”
Polis Merkezinde… Ertesi Gün… Komiser Haşim çayına iki şeker atarken dosyaya baktı… İkinci ölüm… İki hafta arayla, iki farklı hatta… İkisinin de yaşı kırk beşin üzerinde… İkisi de yalnız… İkisi de ‘doğal’ nedenlerle ölmüş… Haşim kalemi bırakıp dosyayı geri aldı… Uzun süre boş sayfaya baktı… Gözlüklerini çıkardı…
“Doğal ölüm… Ama çok tanıdık bir sessizlik var… Fazla temiz…” dedi yüksek sesle… Yardımcısı Ayla içeri girdi…
“Yeni bir ölüm olmuş… Hacıosman hattında… Aynı yaş grubu…”
Haşim cevap vermedi… Gülümsedi… Ama o gülümseme kederliydi… Birilerinin çok sessiz öldüğünü ve bu sessizliğin bilinçli bir el tarafından kurulduğunu artık biliyordu…
Harun gece boyu aynada kendine baktı… Ama aynadaki adam Yılmaz’dı… Yüzü bulanıktı ama oradaydı…
“Sen hâlâ buradasın…”
“Sen de… Harun, hep buradasın…” bir bardak su içti… Defterini açtı…
“İkinci düşüş daha kolay oldu… Artık ritmi biliyorum… Bir vagonun içinde insanın değersizliği daha net görünüyor.”
Harun güneşli bir güne uyanmıştı… Yine defterine not düşerek başlamıştı güne..
“İnsan bir kere yere düşmeye görsün; artık gökyüzü bile yük gibi gelir.”
Seyrantepe-Hacıosman Hattı… Saat 21:03’ü gösteriyordu… Gece sanki yere doğru sarkmıştı… İstanbul’un kuzeyindeki hatlarda karanlık daha koyuydu… Şehrin başka bir dili vardı burada… Gürültü susturulmuş, ışıklar kısılmış, gözler başka yöne çevrilmişti…
Harun’un ayak izleri duymuyordu kendini… Bilinçli bir sükûnetle yürüyordu… Gözleri seçilmiş bir hedefte değildi… Çünkü bu kez, kurban onu bulacaktı… İstasyonda az sayıda insan vardı… Harun sırtını bir sütuna yasladı… Elinde taşıdığı küçük taba defteri açtı… Sayfa 14… Orada şöyle yazıyordu:
“3. Kurban… Sessizlik… Metro, otobüs duraklarında başını öne eğip bekleyen… Kadrajdan kaçan… Varlığı yalnız karanlıkta fark edilen…”
Dakikalar sonra, tam tarif ettiği biri perona indi… Harun zihninden konuşmaya başlamıştı yine:
“İnsanlara sorarsan, kurbanlar tesadüf… Ama tanrılara sorarsan, onlar yazgıdır… Ben sadece yazgıyı hatırlatıyorum…”
Adam, Harun’un zihnindeki tarifle birebir örtüşüyordu… Uzun boylu, kamburumsu, gri bir kaban giymişti… Elinde kalın bir kitap tutuyordu… Ama sayfaları çevirmiyor, sadece başlığına bakıyordu… “İçsel Boşluklar”
Metro Vagonu sessiz bir yolculuk sürüyordu… Harun bu kez acele etmiyordu… Yanına oturmadı adamın… Karşısına da geçmedi… Sadece vagonun diğer ucundan izledi onu… Gözleri, adamın hareketlerini çözmeye çalışmıyordu artık… O sadece kendine bakıyordu…
Adam kambur sırtında, kendi geçmişinin kambur anılarını taşıyordu… Yetimhanede yatarken battaniyesine sıkıca sarılan çocukluğunu gördü onda…Yılmaz’ın başını kanlar içinde yatarken ilk fark edemeyişini hatırladı… Ve karar verdi…
“Bu kez sadece bir düşüş değil… Bu kez… Bir serbest bırakma olacak.”
Hacıosman Durağı öncesi… Tren yavaşladığında Harun ayağa kalktı… Adam henüz kıpırdamamıştı… Kimse yoktu… Işıklar anlık titreşirken, Harun arka kapıya doğru ilerledi… Son bir bakış… Son bir iç geçirme…
“Üzgünüm…” dedi içinden… Ve kapı açılırken adamı arkasından itti… Ama bu kez… Bıçak gibi bir sessizlik olmadı… Adam, bir çığlık bile atmadan raylara düştü… Elektrik hattına çarpan bedeninden yükselen ışık, vagonun tavanını aydınlattı… Harun gözlerini kapattı…Ve o an… Yılmaz yoktu…
Polis Departmanı, takip başlatmaya karar vermişti… Komiser Haşim o gece uyumadı… Üçüncü ölüme dair görüntüler ellerine ulaştığında, Harun’un gölgesi ilk kez görülmüştü… Net değildi… Ama bir şapka, bir yürüyüş şekli, bir siluet vardı… Ayla, bilgisayardaki durdurulmuş kareye uzun süre baktı:
“Bu adam… Kamera farkındalığı olan biri… Sürekli yüzünü gizliyor… Rastgele davranmıyor.”
Haşim dosyaya döndü… Üç kurban… Üç metro hattı… Üç farklı profil ama aynı sonuç… Haşim dudaklarını ıslattı…
“Seri değil… Ritmik bu cinayetler… Adam nota gibi yazıyor bunları…” Ayla sordu:
“Ne yapacağız?..”
“Dördüncüyü bekleyeceğiz… Ve onu yazarken sesini kaydedeceğiz…”
Harun, defterine gece yatmadan yeni notlarını yazmıştı…
“Her düşen insan, yerçekimine değil geçmişine yenilir… Ben sadece yerçekiminin yerine geçmişe bastırıyorum…”
Harun güne yine notlarına devam ederek başlamıştı…
“İnsan her gün kendini gömer… Ama bir gün biri gelip mezar taşını diker…”
Üsküdar Metro İstasyonunun saati gece 22:44’ü gösteriyordu… Denizin kokusu uzaklardan geliyordu ama Harun artık hiçbir şey duymuyordu… İçinde sadece keskin bir uğultu vardı… Tıpkı trenin raylardaki o mekanik iniltileri gibi… Ama bu kez hedefi farklıydı… Bir kadın… Kadın yaklaşık elli yaşlarındaydı… Uzun lacivert mantosu vardı… Saçları toplanmış, yüzü yorgundu… Elinde ucuz bir pazar çantası tutuyordu… O kadın, Harun’un zihninde bir boşlukla çarpıştı… Bir görüntü geldi ansızın… Yüzü asla net olmayan bir kadın… Yıllar önce bir bayram sabahı, yetimhanede bir camın ardından kendisine bakan, sonra hiç gelmeyen biri…
“Sen misin?..”
“Hayır…”
“Ama neden bana baktın o gün?”
“Ben kimseye bakmadım Harun… Sen hep yalnızdın…”
Kadın yavaşça yürüyordu… Durağın ucundaki bankta oturdu… Diğer insanlardan biraz uzakta… Metro gelmek üzereydi… Harun’un zihni hem bulanık hem keskinleşmişti… İçinden konuşmaya başlamıştı…
“Kadınları seçmemiştim… Onlar anneye benzer… Annem yoktu… Onlara da yokluk borçluyum… Ama bu…Bu kadın başka… Onun yüzünde terk eden değil, unutmak isteyen biri var… Belki Yılmaz’ı da unutmak istiyordu?.. Belki herkes unuttuğu için Yılmaz öldü…”
İçinde büyük bir çöküntü oluşmuştu Harun’un… Göğsünde bir baskı…
“Öldürmemeliyim…” dedi içinden… Ama o sesi bastırdı:
“Eşitlik… Acının cinsiyeti olmaz.” dedi tarif edilmeyen bir hırsla…
Vagon boştu… Kadın son vagona binmişti… Harun da öyle… Aralarında üç koltuk vardı… Kadın, bir durak kala ayağa kalktı…Yavaşça çantasını omzuna attı… Kapılar açılmak üzereyken, Harun kalktı, yürüdü, onun yanına geldi… Bir şey demedi… Kadın döndü, göz göze geldiler… Kadın bir şey söyleyecekken…Harun onu vagonun metal sütununa doğru itti… Çarpan baş… Kan… Ama çığlık… Çıkmadı… Tıpkı diğerleri gibi… Kadın yere yığıldı… Harun çantasını alıp kenara bıraktı… Kapılar açıldı… İndi…
Gözünü kırpmadan yürüdü….
Olay yerine Komiser Haşim ve yardımcısı Ayla birlikte gelmişlerdi… Bu defa farklıydı… Ayla, yerde yatan kadının boynundaki morluğu gösterdi:
“Fiziksel müdahale var… Bu kesin…” Haşim gözlerini kapadı…
“Bu ilk kez değişti… İlk kez kadın… İlk kez böyle bariz…”
Vagon kamerasında yüzünü saklayan bir adam vardı… Net değildi ama yürüyüş…
Aynıydı… Haşim derin bir nefes aldı…
“O bir ritim kurmuştu… Biz de onun melodisine göre izliyorduk… Ama şimdi… Biri piyanoya yumruk attı.”
Harun, o gece defterine yine not düşüyordu…
“Kadın beni gördü… Göz göze geldik… İlk kez biri beni öldürmeden önce fark etti…”
“Ben artık ritimde değilim… Ben artık gerçeğim…”
“Bu sefer Yılmaz sustu… Ama annem konuştu… ‘Sen hiç olmadın Harun…’
Harun, taba renkli deri defterine not düşmeye devam ediyordu…
“Avcı en çok kendini izler… Çünkü gölgesi hep bir adım geride ama kurban hep içinde yürür.”
Zeytinburnu, sabahın ilk ışıkları… Harun aynada kendine baktığında, yüzünün bir kısmı başka birine aitti… Gözleri kendi gözleri değildi artık… Bir tarafı Harun… Bir tarafı Yılmaz… Ve o sabah, yüzünün diğer yarısında… Annesinin yokluğu vardı… Duvarlarda sesler dolaşıyordu… Ayak sesleri olmadan yürüyen çocuklar, annesinin ismini söyleyemeyen öksüzler… İçinden bir fısıltı geçti:
“Sen öldürmedin Yılmaz’ı… O öldü çünkü senin yanında kimse yoktu… Ve sen bir şey değildin ki koruyasın…”
Harun kafasını iki yana salladı… Kendi iç sesiyle boğuşuyordu artık.
Komiser Haşim, elinde sararmış bir dosyayla Ayla’nın masasına geldi…
“Bak bu çocuklara… Yıl 2002… Fatih Yetimhanesi…” Ayla başını kaldırdı…
“Ne var bunda?..”
“Buradaki iki çocuk… Biri ölü… Diğeri kayıp… Ama kayıptan sonra hiçbir kayda rastlanmamış… Kamera yok… Parmak izi yok… Kimlik yok…” Ayla dosyaya uzandı…
“İsim?..”
“Yılmaz Gök… Diğeri… Harun, Soyadını bilmiyoruz… Ama annesi tarafından hiç ziyaret edilmemiş… Sistemde izi yok… Yani… Biri onun yaşamasını istememiş…” Ayla durdu… Yüzü soğudu…
“Annesiz büyümüş bir avcı…”
Harun’un yürüyüşü devam ediyordu metro dehlizlerinde… Bu defa Kadıköy-Sabiha Gökçen Hattındaydı… Metroda yürürken insanların yüzlerine bakıyordu… Ama artık “kurban” seçmiyordu… Sadece kendini görmeye çalışıyordu… Camda bir yansıma… Reklam afişlerinde bir çocuk resmi… Bir kadın elini uzatıyor, sonra geri çekiyor… Tüm görüntüler üst üste biniyordu…
“Ben gerçekten öldürdüm mü?.. Yoksa hepsi ben miydim?.. Yılmaz’ı da ben mi oynadım?.. Kadınları da ben mi düşündüm?.. Bu metro… belki hiç olmadı.”
Harun kendinden korkmaya başlamıştı… Artık yalnızca geçmişi değil, gerçekliği de siliniyordu.
İstanbul Emniyeti operasyon hazırlığına başlamıştı… Haşim artık emindi…
“Adam metro hatlarında kurbanlarını seçiyor, ama kendi içinde de bir hat çiziyor…
Geçmişinden bugüne, travmadan cinayete… Her adımı bir yerle bağlı.” Ayla sordu:
“Ama nasıl bulacağız?” Haşim parmağını masaya vurdu…
“Onu biz değil, o bizi bulacak… Bir sonraki durağa biz gitmiyoruz… Onu durakta bekliyoruz…”
Yedi ayrı hatta sivil ekipler konuşlandı… Bakırköy-Kayaşehir, Yenikapı-Kirazlı, Hacıosman, Kadıköy ve diğerleri… Her çıkış kapısında bir bekleyiş başladı…
Harun meşhur defterine yazmaya başlamıştı… İçinden bir ses bu satırların son satırları olduğunu söylüyordu…
“İçimdeki çocuk beni metroya götürüyor… Orada bir kadın bekliyor… Ve Yılmaz, hâlâ susmuş… Ben artık ne konuşuyorum ne susuyorum… Ben rayım… Üzerimden geçenlere mezar olurum.”
Harun’un ayak sesleri artık kararsızdı… O, gölge olmaktan çıkıyordu… Varlığı, şehirle birleşiyor, hayalet olmaktan çıkıp kabusa dönüşüyordu… Ama bir yerde, bir metro istasyonunda, bir kadın çantasına kamerayı yerleştirdi… Bir adam bastonuna silah gizledi… Bir çocuk, Harun’a gülümsedi… Harun ise hâlâ defterini taşıyordu…
Ve son satır yazılmamıştı…
“İnsan ölmez…Sadece bir istasyonda iner… Tren devam eder…”
Harun defterine bu cümleyi yazmıştı… Sanki sona yaklaştığını hissederek…
Sabah 05:56… Kirazlı son durak… Metro henüz sabah seferine başlamıştı… Gün daha doğmamıştı, gökyüzü hâlâ uykudaydı… Harun, istasyonun duvarına yaslanmıştı… Defterine son kez baktı… Kapağı eskimişti… Sayfaların kenarları terle, tozla, ölümle yıpranmıştı… Son sayfa boştu… Kalemi vardı… Ama yazamıyordu… Çünkü artık hiçbir kelime, onun içindeki sessizliği anlatamıyordu…
Yetimhane günleri canlandı hafızasında… Kendini görüyordu dışarıdan izleyen bir yabancı gibi… Küçük Harun ranzanın üst katında yatıyordu… Alt kat boştu… Yılmaz yoktu… Bir kadın geliyor, pencerenin arkasında duruyordu… Elini kaldırıyor ama içeri girmiyordu…
“Beni neden almadın?..”
“Ben seni hiç doğurmadım Harun…”
“Ama ben seni hep bekledim…”
Kadın yok oluyor…Yatak soğuyor… Ve Harun uyanıyor… Ama artık rüya uyanmıyor…
Gerçek uyuyamıyor…
İstanbul Emniyeti saat 06:02… Komiser Haşim telsizi eline alıyor…
“Tüm birimler dikkat… Hedef hattı Kirazlı…” bir sivil polis:
“Bakırköy tarafından gelen biri eşleşiyor… Yalpalayarak yürüyor… Sırt çantası var… Başını kaldırmıyor…” Haşim:
“Yaklaşmayın… Takip edin… En doğru anı bekleyin…” Ayla:
“Peki ya doğru an hiç gelmezse?”
Harun vagona biniyor… Koltuklara oturmuyor… Ayakta duruyor… Gözlerini camlara dikiyor ama kendi yansımasına bile bakamıyor… Karşı koltukta bir kadın oturuyor… Kucağında çocuk… Çocuk Harun’a gülümsüyor… Gülümseme…
İçinden ‘Yılmaz’a benziyor…’ diyor Harun… Harun’un gözleri yaşarıyor… Bir el deftere gidiyor… Yazmaya çalışıyor:
“Ben… Ben… Yılmaz… Anne… Biri beni alsın artık…” kalem düşüyor… Defter kapanıyor… Kapılar açılıyor…
İstasyonda polisler vagonu sardığında, Harun hâlâ ayakta… Elini kaldırmıyor… Koşmuyor… Sadece bir şey fısıldıyor:
“Ben… Yoktum…” polisler ona yaklaşıyor… Yüzü görünmüyor kamerada… Görüntü bozuluyor… Telsizden bir ses:
“Şüpheli etkisiz hale getirildi.”
“Canlı mı?”
“Evet ama… Konuşmuyor…”
Gözlem odası üç gün sonra… Harun duvara bakıyor… Konuşmuyor… Yemiyor…
Sadece arada bir dudakları kıpırdıyor… Kameraya yansıyan dudak hareketi çözülüyor:
“Yılmaz sen misin?”
Harun’un Defteri (delil torbası içinde), son sayfada yazılı tek satır:
“Bir gün biri beni alır sandım… Ama o tren hiç gelmedi.”
Komiser Haşim, derin derin düşünüyordu… Harun’u yakalamışlardı yakalamasına ama emin değildi… Yakaladıkları Harun muydu?.. Ya değilse… Ya raylar hâlâ bir gölge taşıyorsa?.. Ya her gece son vagonda oturan birisi varsa… Ve onun gözleri, camdan değil sizden geçiyorsa…
Kim bilebilir ki…
Başakşehir, Haziran 2025