Nedir Bu Dil Felsefesi Meselesi ? Seri-1
Esasında niyetim derinlemesine bir dil felsefesi yapmak değil. Başlarken bunu belirtmemin sebebi, bazıları için “felsefe” kelimesinin kendisinin bile anlaşılmaz ya da önyargılı bir şekilde sıkıcı gibi algılanabilmesi. Sizden şunu düşünmenizi istiyorum: Bir enstrüman çalmayı öğrenirken, bisiklete binmeyi ya da araba sürmeyi… Yani yeni bir şeyi öğrenmeye başladığımızda ne kadar sıkıcı, uğraştırıcı gelir, değil mi? Defalarca denemek, tekrar etmek ve uygulamak gerekir. Sonunda öğrenmeye başladığınızı fark ettiğiniz o an, size iyi hissettirmeye başlar. İlerledikçe, ustalaştıkça, zorluklarla geçen zamanlar değil, artık keyif aldığınız bir deneyime dönüşür süreç. Felsefe de tıpkı bunun gibi. Önce zorlayıcı gelebilir: okumak, düşünmek, bağlantılar kurmak. Zamanla, bir puzzle gibi parçaları birleştirmeye başladığınızda, zihninizde oluşan düşünce akışı, bir müzik aleti çalmak gibi bir düşünce melodisine dönüşür.
Bu bağlamda, felsefenin sunduğu en değerli kazanımlardan biri de eleştirel düşünme becerisidir. Tıpkı bisiklete binmeyi öğrenirken dengemizi sağlamayı, araba sürerken trafik kurallarını ve olası tehlikeleri öngörmeyi öğrenmemiz gibi, felsefe de düşüncelerimizi analiz etmeyi, farklı argümanları değerlendirmeyi ve mantıksal çıkarımlar yapmayı öğretir. Bir haber okurken, bir tartışmaya katılırken veya hayatımızla ilgili önemli kararlar alırken, felsefenin bize kazandırdığı bu eleştirel bakış açısı adeta bir pusula görevi görür. Önyargılardan sıyrılmamızı, yüzeysel bilgilerin ötesine geçmemizi ve olayların derinlemesine nedenlerini anlamamızı sağlar. Başlangıçta zorlayıcı gelen bu zihinsel egzersizler, ustalaştıkça daha keskin ve etkili bir düşünce biçimine dönüşür. Tıpkı iyi bir müzisyenin notaları kusursuz bir şekilde yorumlaması gibi, eleştirel düşünen bir zihin de bilgiyi doğru bir şekilde analiz edebilir ve sağlam sonuçlara ulaşabilir.
Gelelim dil felsefesine. Kısa bir girizgah yapmak istiyorum. Dil felsefesi nedir ile başlayalım. En basit tanımıyla, dilin doğasını, kökenlerini, anlamını ve insan düşüncesiyle, dünya ile olan ilişkisini inceleyen felsefe dalıdır. Tıpkı bir müzik aletinin nasıl ses çıkardığını, notaların ne anlama geldiğini ve bu seslerin bir araya gelerek nasıl duygular uyandırdığını merak etmek gibi, dil felsefesi de kelimelerin, cümlelerin ve dilin genel olarak nasıl anlam taşıdığını, düşüncelerimizi nasıl ifade ettiğini ve gerçekliği nasıl algıladığımızı sorgular. Bisiklete binmeyi öğrenirken dengeyi, araba sürerken kuralları anlamaya çalışmamız gibi, dil felsefesi de dilin altında yatan karmaşık yapıyı ve işleyiş mekanizmalarını anlamaya odaklanır. Bu giriş haftasında, dilin bu büyüleyici dünyasına birlikte küçük bir adım atacağız.
Dil felsefesi esasında Frege’nin çalışmalarıyla başlar. Fakat bu konuda en çok tartışılan isim Wittgenstein’dır. Onun ilk dönem ve ikinci dönem olarak ayrılan felsefi yaşamında dil felsefesi alanında yaptığı çalışmalar, birçok düşünürün dikkat çekmediği kadar kelimelere ve anlamlarına dikkat çekmiştir. Wittgenstein’ın bu denli etkili olmasının nedenlerinden biri, dilin doğasına dair sunduğu çarpıcı ve zaman zaman birbiriyle çelişen perspektiflerdir. İlk döneminde, özellikle Tractatus Logico-Philosophicus adlı eserinde, dilin mantıksal bir yapıya sahip olduğunu ve dünyanın bir tür “resmini” sunduğunu ileri sürmüştür. Kelimelerin anlamı, bu resimdeki nesnelere karşılık gelmeleriyle belirleniyordu. Tıpkı bir haritanın coğrafyayı temsil etmesi gibi, dil de gerçeği yansıtıyordu. Ancak Wittgenstein, sonraki döneminde bu katı mantıksal çerçeveden uzaklaşarak, anlamın kelimelerin soyut bir özü olmadığını, bilakis onların belirli bağlamlardaki kullanımından doğduğunu savunmuştur. “Dil oyunları” olarak adlandırdığı bu yeni yaklaşımında, dilin farklı bağlamlarda farklı kurallara göre işleyen çeşitli pratikler bütünü olduğunu öne sürmüştür. Tıpkı satranç ve dama gibi farklı oyunların farklı kuralları olması gibi, farklı dil kullanımlarının da kendine özgü anlam ve işleyiş biçimleri vardır. İşte bu ilk ve ikinci dönem arasındaki gerilim ve dönüşüm, Wittgenstein’ı dil felsefesi alanında hala canlı bir tartışma konusu yapmaktadır.
Peki, dil felsefesi bize ne sağlar? Wittgenstein bize “Dünyamızın sınırları, dilimizin sınırları kadardır” derken ne demek istemiştir?
Wittgenstein’ın bu çarpıcı sözü, dilin sadece düşüncelerimizi ifade etmekle kalmayıp aynı zamanda dünyayı algılama ve anlama biçimimizi de derinden etkilediğini ileri sürer. Tıpkı bir ressamın paletindeki renkler kadar bir dünyayı resmedebilmesi gibi, dilimizin kelime dağarcığı, kavramsal çerçeveleri ve dilbilgisel yapıları da deneyimleyebileceğimiz ve düşünebileceğimiz dünyanın sınırlarını belirler.
Eğer bir şeyi ifade edecek kelimemiz yoksa, o şeyi tam olarak kavrayamayız, hakkında derinlemesine düşünemeyiz ve başkalarıyla etkili bir şekilde iletişim kuramayız. Örneğin, bazı kültürlerde belirli duygular veya doğa olayları için zengin bir kelime dağarcığı varken, başka kültürlerde bu kavramlar daha genel ifadelerle geçiştirilebilir. Bu durum, o kavramların deneyimlenme ve anlaşılma biçimlerini etkileyebilir.
Wittgenstein’a göre dil, sadece bir araç değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız anlam dünyasının da çerçevesidir. Dilimizin sınırları, algılayabileceğimiz gerçekliğin sınırlarını çizer. Yeni kelimeler öğrenmek, yeni kavramlarla tanışmak ve dilimizi daha zengin ve esnek bir şekilde kullanmak, dünyamızın sınırlarını genişletmek anlamına gelir. Dilin derinliklerine inmek de düşünce ufkumuzu genişletir ve dünyayı daha çeşitli ve katmanlı bir şekilde deneyimlememizi sağlar. Dil felsefesi de işte bu derinlemesine anlayış yolculuğunda bize rehberlik eder.
Austin, Searl, Chomsky ve Quine ı da başka bir yazımda anlatmak üzere…
Türkan Beyaz