Kaybolan Manzara

“Tadı yok sensiz geçen ne baharın, ne yazın
Kalmadı tesellisi ne şarkının, ne sazın
Sarıldım kadehlere, derman olur diyerek
Kalmadı tesellisi ne şarkının, ne sazın…”

Nesrin Sipahi’nin sesi, baba yadigarı gramofondaki plaktan tatlı tatlı etrafa yayılıyor. “Kalmadı tesellisi” diyor “Ne şarkının, ne sazın,” balkona kurduğu çilingir sofrasında, mavi-beyaz çizgili pijaması ve beyaz atletiyle oturmuş, çok az görünen deniz manzarasına kadehini kaldırıyor, “Sarıldım kadehlere, derman olur diyerekkk…” İçindeki denizi dalga dalga coşturan şarkıya, tüm benliğiyle eşlik ediyor. Yazdan kalma o eylül akşamında, tatlı bir esinti kadehini yalayıp, kulağının arkasından süzülüyor. İçi ürperiyor. Karısı olsa “Üşüteceksin Hilmi Bey, üstüne bir şey giy!” diye söylenirdi. Ona karşılık verir gibi “Ne var sanki bu havada üşütecek. Mis gibi hava, miss,” diyor. Kafasını kaldırıp yıldızlara bakıyor. Yıldızlar onu göz kırparak selamlıyor. Neredeyse bir ömür geçirdiği evdeki o son gecede, yılların hüznünü kalbinde hissediyor. Ağzına birkaç beyaz leblebi atıp, kadehinden bir yudum daha alıyor. Binalardan neredeyse kaybolan deniz manzarasını seyrederken, “Kentsel dönüşüm, bizi de dönüştürdü,” diye efkarlanıyor.

Halbuki eskiden, o balkondaki deniz manzarasına doyum olmazdı. İlk evlendiklerinde, karısı da severdi balkonda oturmayı. Orada gündüzleri misafirlerini ağırlardı. Yemeklerini bütün yaz balkonda yerlerdi. Sonra çocuklar oldu. Büyüdüler, kendi yuvalarını kurdular. Ve geçen bütün bu zaman zarfında, her şey gibi oralar da değişti. Yeni yapılan uzun binalar, azar azar manzarayı kapatarak, zamanla görünmez hale getirdi. Karısı da o değişime uyanlardan oldu. Artık her şeyden kavga çıkarır olmuştu. O, sessiz kaldıkça, karısı daha da hiddetlenir “Bu evde gençliğim çürüdü,” diye isyan ederdi. Son zamanlarda balkona bile çıkmaz olmuştu. Komşuların müteahhite verdikleri evlerin yeni halini gördükçe “Müstakil ev gibisi yok” diyen kocasına, hınçla bilenirdi.

Tesadüfen eve erken geldiği bir gün, eskicinin elinden zar zor aldığı gramofonu, eve geri sokmamak için karısı onunla sokak ortasında kavga etmişti. “Bu evden de, senden de, bu köhne şeyden de bıktım artık!” diye ağlayarak kızına gitmiş, iki hafta eve gelmemişti. “Madem benden bıktı, öyleyse çocuklarında kalsın. Zorla güzellik olmaz!” demişti oğluna. Çocuklar ne yapıp edip barıştırdılar ama değişen pek bir şey olmadı. Ne eski heyecan vardı, ne de muhabbet. Evin içinde artık iki yabancı gibiydiler. “Bu böyle olmayacak” demişti oğlu bir gün babasıyla konuşurken. “Mahallede yenilenmeyen bir tek bizim ev kaldı. Eski bina baba, deprem muhabbeti de var. Hem annemi görüyorsun. Kadın yaşlılığını yeni bir evde geçirsin, sen de alışırsın zamanla,” demişti. Uzun uzun düşündü. Sonunda oğluna hak verdi. Zaten ölüp gitse, ertesi gün olacak şey bu değil miydi? Madem karısı da bu evden bıkmıştı. “Öyle olsun” dedi. Bir iki günde anlaşmalar yapıldı, oturacakları ev bile tutuldu. Karısı birkaç gündür yeni evlerinde kalıyor. O evde ise, bir gramafon, bir de o eski masa kaldı. Hilmi Bey, yazdan kalma bir eylül akşamında, ömrünün çoğunu geçirdiği evine veda ediyor. Aslında sadece eviyle değil; eski güzel anılarıyla, karısının onu sevdiği zamanlarla, baba yadigarı gramofonla ve adını koyamadığı daha birçok duyguyla da vedalaşıyor. Nesrin Sipahi’nin tatlı sesi, geçen onca zamana eşlik ediyor. “Kalmadı tesellisi ne şarkının, ne sazın…”

Sevil Özdemir
Temmuz 2025/İstanbul

Bu yazıyı okudunuz mu?

Kip Kip ya da Tip Tip

İkilemler neden akıl çeler? Kayboluyorum soruların içinde… Akıl sandalım hangi yana devrilecek? Rüzgar estikçe dalgalar …